YOL

Yayınlama: 23.10.2020
Düzenleme: 23.10.2020 21:41
12
A+
A-
1967 Ankara doğumlu, Evli ve Üniversite mezunudur. İşadamı, İktisatçı ve Bilgisayar Yazılım Mühendisi olup Yazılım Şirketi sahibidir. Aikido 5.Dan Kıdemli Antrenörü ve Basketbol Antrenörüdür. Kamu ve Özel Sektörde Yöneticilik yapmıştır. Atabey19 Türk Ocakları Derneği Kurucu Başkan Yardımcısı, Genel Sekreteri görevlerini yürütmektedir.

    YA BİR YOL BUL, YA BİR YOL AÇ, YA DA YOLDAN ÇEKİL… KONFÜÇYUS

    Felsefe nedir diye soracak olursak “bağımsız, kendi kendini belirleyen düşünmedir ve kendi kendini sınırladığı şeyden hep daha fazlasıdır” diyebiliriz. Kendi üzerinde düşünürken kendi içinde kalır, yani kendini belirleyen düşünmedir. Akıl yürüten bir merkez olduğu için, kendi kendini kuran ve kontrol edendir. Eğer Felsefe düşünme ise, o zaman aynı şekilde kendi üzerine düşünmenin de kendisidir. Felsefe için herşey önemlidir ya da hiçbir şey önemli değildir. Felsefi düşüncenin kaynağı, şaşmak ve hayret etmektir.

    Felsefe yapmak, belli bir metoda oturtulamaz, özgürlüğünü koruması gerekir. Başkalarının daha önce düşünmüş olduklarını düşünmekle de olmaz, tersine henüz tam açıklanmamış ya da hiç düşünülmemiş bir konu üzerine, kendi başına düşünmek, tamamen disiplinli bir düşünme ve sorgulamadır. Gerektiğinde sezgilerin gözden geçirilmesi, düşüncelerini düzene sokma denemesi ve sistematiğidir. Bunun sonunda, herkes kendi sorumluluğu içinde ve elinden geldiğince, bilgiyle ve vicdanla yapılmalıdır.

    Buraya kadar “YOL” kavramına alt yapı oluşturacak bir düşünme sistemi oluşturmaya çalıştım. Sırf yolu kazmak için değil elbette, biraz da sistem oluşturmak, farklı bakış açıları geliştirmek, kazılan yoluda biraz süslemek için. Şimdi “DO” kavramına girmek istiyorum. Çince (Tao) bir kelime olan DO, Türkçe YOL anlamına gelmektedir. Ama hangi YOL! İnsanı iyiye, güzele, sadeliğe götüren yol, Sevgiyi ve Saygıyı öğreten yol, bir amaç uğrunda gidilen yol, aydınlığa-aydınlamaya götüren yol.

    Aydınlanma kelimesi (Hinduca Nirvana, Japonca Satori) günlük yaşamda fazlasıyla ezoterik bir kavrammış gibi kullanılır. Sanıldığının aksine çok dünyevi bir kavramdır aslında. Elbet sıradanlığın çok üstündedir ancak ulaşılmaz da değildir. Aydınlanma, bir Varış noktası, bir hedef değil yolculuk şeklidir. Bildirmeyi değil, buldurmayı amaçlayan ve herkesin kendi anahtarına yine kendisinin sahip olduğu yoldur. Karşıtlıktan tamamlayıcılığa giden denge ve uyumun, ölçülülüğün, birliğin ve bilinçaltı farkındalığın yoludur. Sorgulamayı öğrenmiş zihin özgür zihindir. İyi, doğru ve güzel yönünde değişime direnen dünyayı değiştirebilmek için çabalamanın yoludur. Kendini kendinde bulan insanın “herkes gibi” değil, “kendi gibi” olmasının yoludur. Aydınlığı arayanın önce kendi karanlığına dalması, gelişmiş hayvan olmaktan çıkıp, “insan-insan” olma yolundaki izlenimlerini akıl yoluyla paylaşmasıdır.

    Bir Zen ustası şöyle dile getirmiş;

    “Ben aydınlanmadan önce dağlar dağ gibi, nehirler nehir gibiydi.

    Aydınlanmaya başlayınca dağlar dağ gibi, nehirler nehir gibi değildi artık.

    Şimdi, aydınlandığımdan beri, dağlar yine dağ, nehirler yine nehir gibi!”

    Batı kültürlerinde Taoculuk denilen şey, bir yola girmek ve o yolda giderek huzura ermeyi ifade eder

    Yol kavramı bizde ya da batıda da vardır elbette. Eflatun, Aristorales, Sokrates gibi batılı büyük filozofların sundukları toplum kuralları ve yaşam felsefeleri, çağdaş filozof Sarte’nin “varoluşçuluğu”, bizim kültürümüzün parçaları olan “Mesnevilik” ya da “Bektaşilik” birer yol değil midir?

    FİKİR ONA DERLER Kİ BİR YOL AÇSIN,

    YOL ONA DERLER Kİ BİR GERÇEĞE ULAŞSIN. (Mevlana)

    İnsan bir yol benimsemişse, huzuru ortalama olarak yakalıyor. Seçtiği yol her ne ise (din, felsefe, sanat, spor vb…yol için araç olabilir ancak), yaşama yönelik bir bakış açısı sunduğundan, başına gelen iyi ya da kötü olayları açıklamakta kolaylık sağlıyor, ayrıca tutarlı bir yaşam şekli gelişiyor. Yaşam disiplini oluşuyor. Disiplin derken sert askeri bir disiplin değil, insiyatif dışında gelişen olaylar karşısında hem sakin, hem olumlu, hem tutarlı, hem de sevgi dolu tavır alabilmek mümkün olabilir.

    Yol kavramı daha çok bireysel olarak algılamalı ve kişisel aydınlanma için kullanmamız gerektiğini düşünmeliyiz. Toplumsal aydınlanmanın “tümden gelim” ile değil, “tüme varımla” olabileceğinin farkındalığı ile kendi sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız. Birçok kimse bir şey elde etmeyi bekler ama bir şey olmayı umursamaz. Burada OL’maktan bahsediyorum. Buda derki; “Mutluluğa giden bir yol yoktur, O yolun kendisidir”.

    SORGULANMAMIŞ BİR HAYAT, YAŞAMAYA DEĞMEZ (Sokrates)

    Yol kavramını, kendim bir savaş sanatçısı olarak, tesadüfen bulduğum bir güzel yol Aikido Sanatı üzerinden size anlatmaya çalışacağım.

    Günümüzde savaş sanatları ve uzak doğunun bazı düşünce akımları pragmatist yaklaşımlarla ele alınarak sevimsizleştirilmiştir. Nasıl “karate” dendiğinde pek çok kişinin ilk aklına gelen şey, bir tahta parçasını kıran el, “yoga” dendiğinde bacakları düğümlenmiş olarak çivilerin üzerinde oturan bir Hintli’den başka bir şey düşünmeyen birçok insan vardır. Konunun özü bu değildir; görüntünün arkasında ki gerçek, alınan eğitim sonucu insanın kendi bedenini kontrol edebilmesi ve bu yolla kendini ifade etmesidir. Kendini yönetemeyen kişi, başkalarını hiç yönetemez. Japon veya Çin savaş sanatı olarak tanımlamaya çalışırsak, buzdağının sadece gözle görülebilen kısmından söz etmiş oluruz. Gözle görülmeyen kısmı o kadar büyük ve derindir ki; bu derinlik onun anlaşılmasını zorlaştırır. Savaş sanatlarını tanımanın ve anlamanın en iyi yolu yapmak ve yaşamaktır. Evrensel Enerjiye uyum yolunda ilerlemektir. Usta için bir saldırganın nasıl saldırdığı, hatta saldırıp saldırmadığı bile önemli değildir. Kendisinin kozmik bütünün bir parçası olduğunun farkındalığı ile ve bu bütüne uyumu ve saygısı ile sadece yapılması gerekeni yapar. 

    Saldırıdan sakınmak için gerekeni yapar ama saldırganı cezalandırmak gibi ego tuzağına düşmez. Ustalığa giden yolda bunu öğrenmiştir. Saldırgana zarar verecek olursa kozmik bütüne de zarar vereceğini bilir, çünkü kendisi gibi saldırgan da aynı bütünün parçasıdır. Bu yaşam biçiminin felsefi anlayışına göre, aslında hepimiz birizdir. Ya da başa bir deyişle, hepimiz bir bütünün parçasıyız. Başkasına zarar vermek, dolayısıyla evrene zarar vermek, yine dolayısıyla kendine zarar vermek demektir. Herhangi bir ortama biraz uzaktan bakarsak detaylar azalır ve ortam bütünleşmeye başlar. Uçakla yükseldikçe önce insanlar, sonra evler, sonra şehirler bütünleşmeye başlar. Uydulardan çekilen fotoğraflarda dünya tek bir nokta olarak görülmektedir. Önemli olan insan, dünya, güneş sistemi vs… tüm varlıkların evrenin bir parçası olduğunun bilincinde ve hepsinin arasında bir uyum olduğunun farkında olmaktadır. 

    Savaş sanatları, kişisel farkındalık, yaratıcılık ve doğa ile uyum içinde olmakla elde edilen bir gücün yoludur. Bir takım fiziksel egzersizler (teknikler) aracılığı ile içimizdeki ve evrendeki, yani çevremizdeki yaşam enerjisi ile uyumlanma (kendini tanıma – aydınlanma) yoludur. Bu arada belirtmem gerekir ki, aydınlanma yolunun tek aracı ya da kaynağı savaş sanatları değildir. Resim yaparak, keman çalarak, din ile bütünleşerek, doğayı severek 

    SAVAŞ SANATLARI NE BİR DÖVÜŞ TEKNİĞİ, NE DE BİR DÜŞMANI YENME YÖNTEMİDİR. O DÜNYAYA UYUMU GETİRMEK ve İNSANIN VARLIĞINI TEK BİR BÜTÜNE DÖNÜŞTÜRMEK İÇİN VARDIR. (Morihei UESHİBA)

    Aikido’ya özgü olan bu zarar vermeden kendini savunma anlayışıdır. Başkalarına karşı son derece dikkatli olmak ve olası saldırılara karşı her zaman hazır bulunmak çok önemli bir noktadır. Ama bu bakış açısını paronaya haline getirmek, aynı derece de önemli bir başka önemli noktayı, uyumu ve sevgiyi dışlamış oluruz. Burada “İnsan düşmanını nasıl sever?” diye sorulabilir. Burada sözü edilen “sevgi”, filmlerde yada günlük hayatta bir insanın başka bir insana duyduğu sevgi değildir. Sözünü ettiğim sevgiyi anlamak için “benlik” duygusundan arınmak gerekir. İşte bu ben’den sıyrılmış, sorgulamasız sevgiye “salt sevgi” diyebiliriz. Sevmek ve özgür olmak aynı şeydir. Gerçekten sevenler bağımlı olmaz.

    GERÇEK “BUDO”, BİR SEVGİ İŞİDİR.

    BU, BİRBİRİMİZLE MÜCADELE ETMEME VEYA ÖLDÜRMEME 

    VE HER ŞEYE HAYAT VERME İŞİDİR.

    SEVGİ HERŞEYİN KORUYUCU MELEĞİDİR.

    HİÇBİR ŞEY ONSUZ VAR OLMAZ.

    AİKİDO SEVGİNİN İDRAK EDİLMESİDİR. (Morihei Ueshiba)

    “DO”’nun bize sunduğu, aslında bir mücadele ve uyumlanma yoludur. Önce rakibimizle mücadele ederiz, sonra uyum sağlamayı öğreniriz, uyum başlayınca, kendimizle mücadele de başlamıştır. Asıl amaç budur; ”kendini yenmek ve kendini aşmak”. Kendini yenebilen kişi, bilgelik yoluna girebilmiştir artık.

    MÜKEMMEL BİR İNSANIN ZİHNİ AYNA GİBİDİR,

    HİÇ BİRŞEYİ KAVRAMAZ VE HİÇBİR ŞEY UMMAZ.

    YANSITIR AMA YAKALAMAZ.

    BÖYLECE MÜKEMMEL İNSAN,

    HİÇ BİR ÇABA HARCAMADAN HAREKET EDER. (Chuan TZU)

    Aikido’cu, bir savaş sanatçısıdır, stratejisttir. Batı kültürlerinde şiddet ve ölüm, aynı tabakta birbirine karıştırılmış tek bir yemek gibi düşünülür. Doğu savaş sanatları felsefelerinde bu iki kavram birbirinden ayrıdır, çünkü ölüm şiddetin zıttıdır. Şiddet yaşam mücadelesinin bir parçasıdır. Batı kültürü hayatı yönetmeye, doğu kültürü ölümü yönetmeye çalışır. 

    Aikido’cu bir dövüşçü değil bir savaşçıdır. Yakalamak yerine bırakmayı, öldürmek yerine ikna etmeyi, nefret etmek yerine anlamayı, yok etmek yerine kontrol etmeyi yeğler. Bu bencillik ve maddiyat dolu dünyada, sevgi yoluna adar kendini. O bir “modern samuray”dır.

    İNSAN BAŞKA BİR İNSANI YENMİŞSE BU BAŞARIDIR,

    ONUN GÜCÜNÜ GÖSTERİR.

    İNSAN KENDİNİ YENEBİLMİŞSE, BU BİLGELİKTİR,

    İŞTE BU “BUDO”’NUN GÜCÜNÜ GÖSTERİR. (Jigaro Kano)

    Gerçek savaşçılar başkalarının üstünde hakimiyet kurmak yada onları kontrolleri altına almak için savaşmazlar. Hatta bir zafer kazanmak, sömürge yada ganimet sağlamak uğruna da savaşmazlar. Onlar kendileri için önemli olan tek bir şeyi, kendi içsel özgürlüklerini kazanmak uğruna savaşırlar.

    Yaşamdaki asıl savaş, insanın gerçek potansiyelini engelleyen hırs, kendini beğenmişlik, duygularını yenmesidir. Budo, doğanın kanunlarını takip eder, onlarla harmoni(uyum) içinde olur ve korur. Savaş sanatlarının amacı; Aklı evrensel boyuta taşımaktır. Bu şekilde her şeyle uyum sağlanır ve kişisel denge ortaya çıkar.

    İlk insanlardan günümüze insanoğlu yaşantısını, sahip olmak ya da hakim olmak üzerine kurmakta. Mikro anlamda kişinin başka kişi üzerinde hakimiyeti,, kişilerin sürekli bir şeylere sahip olma isteği, makro anlamda toplumların başka toplumlara hakimiyeti, devletin halkına karşı hakimiyeti, bir toplumun yada devletin başka bir toplumun elindekilere sahip olma isteği, hatta doğaya hakim olma isteği vs… yaşam hep bu uğurda ve gerekli gücü fiziksel ya da parasal olarak elde etme çabasıyla geçmiyor mu? Bu durumun elbette istisnaları var ama özellikle şehir yaşamı hakimiyet yarışı üzerine kurulu.

    Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olabilmektir. Yani karakter iyi gelişmemişse eğitim yeterli olmuyor. Karakterin bozukluğuna neden olan en önemli etmenlerden birisi de toplumdaki bireysel hakimiyet duygusunun beslenmesidir. Roosevelt demiş ki; ”bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek, topluma bir bela kazandırmaktır.

    Adını hatırlayamadığım bir film vardı. Bilim adamı gorilleri incelemek üzere ormanda onlarla yaşamaya başlar, onları çok benimser ve bir orman adamı olmuştur. gorillerle yaşamayı seçer. Kaçak avcılar goril avlarken bilim adamı avcılardan birini öldürür ve polisler yakalar. Bilim adamı davranışlarından dolayı akıl hastanesine götürülür. Bir psikolog onunla konuşmaya çalışırken, vahşi adam psikoloğun boğazına sıkıca yapışır ve sorar:

    Şu anda neyini kaybettin?
    Kontrolümü ,
    Hayır, kontrol sende değildi ki…
    Özgürlüğümü,
    Hayır,her gün çalar saatle uyanıp belli şeyler yapan birinin özgürlüğü var mı ki?
    Hayallerimi,
    Evet, doğru hayallerini, şehirlerde yaşayıp teknoloji içinde boğularak her gün hayallerinizi biraz daha kaybetmektesiniz işte. Tıpkı şu anda seni boğduğum gibi.
    Peki ne yapmalıyız o halde, dünyayı mı değiştirelim, uygarlığı mı yok edelim, hepimiz ormana mı dönelim?
    Hayır, hakimiyet duygunuzdan vazgeçmeniz yeterli, biz tanrı değiliz, karar vermek yerine uyum sağlamalıyız.
    Evet, uyum sağlamalıyız. Hakimiyet duygusu bizi uygarlık maskesi altında vahşi

    yapmakta. Uyum ise sakinlik, hoşgörü, ve sağlıklı çözümlere kapı açar. Uyum gerçeklerin olduğu gibi algılanmasını ve kabullenmesini sağlar, sürekli huzuru sağlar, en önemlisi yenme ve yenilme kavramını yok eder, sonsuz barışa giden yoldur.

    Canlıların hepsi doğayla uyum içinde oldukları için yaşamlarını devam ettirebilmektedir. Yalnız insanlar doğayla mücadele etmekte, sürekli kuralları bozmakta, yaptıkları sözüm ona teknolojik denemelerle doğal dengeyi bozmakta ve kontrolsüzce tüketmektedirler. Uyum sevmek değildir, sevip de uyum sağlamamak, çok yaygın bir durumdur. Güneş yakar ama aranızda uyum varsa kavrulmazsınız, yağmur ıslatır ama uyumlandıysanız hasta olmazsınız.

    GÜNEŞİ SEVİYORUM DİYORSUN,

    GÜNEŞ AÇINCA GÖLGEYE KAÇIYORSUN.

    YAĞMURU SEVİYORUM DİYORSUN,

    YAĞMUR YAĞINCA ŞEMSİYENİ AÇIYORSUN.

    RÜZGARI SEVİYORUM DİYORSUN,

    RÜZGAR ÇIKINCA PENCERİNİ KAPATIYORSUN.

    İŞTE BEN DE BUNDAN KORKUYORUM,

    ÇÜNKÜ ŞİMDİDE SENİ SEVİYORUM DİYORSUN.

    (William Shakespeare)

    Usta, yüzyıllar önce işte böyle ifade etmiş uyumsuzluğu ve uyumsuzluktan dolayı oluşan çelişkileri. Uzak doğuda da doğanın içinde oluşan mücadelelerle örneklenerek ifade edilmiştir uyum. Örneğin Zen keşişi şöyle der; “nehre düşünce kendini akıntıya bırak, yüz ama akıntıya uyarak yüz.” Bizim de tersten ifade edilmiş bir atasözümüz var; “akıntıya karşı kürek çekme”.   Doğaya uyum sağlamak, dolayısıyla kendimizle ve çevremizle uyumu, sonuç olarak ta hayatla uyumu getirecektir ardından. Doğal dengeleri bozmadan yaşamı daha çekilir kılmak mümkün. Tabii ki hayatta başımıza bazı umulmadık şeyler gelebilir. Ancak olumlu ve olumsuz sürprizlerin tümüne uyum sağlamayı başarabilirsek, işte o zaman karar verici olmaktan çıkıp, Evrenin bir parçası olduğumuzu hissetmeye başlarız.

    GÜÇLÜ OLMAK İSTEDİM,

    TANRI BENİ GÜÇLENDİRMEK İÇİN ZORLUKLAR YOLLADI.

    BİLGELİK İSTEDİM,

    TANRI ÇÖZMEM İÇİN SORUNLAR YOLLADI.

    CESARET İSTEDİM,

    TANRI BANA ÜSTESİNDEN GELMEM GEREKEN SORUNLAR VERDİ.

    SEVGİ İSTEDİM,

    TANRI BANA YARDIMCI OLMAM İÇİN SORUNLU İNSANLAR YOLLADI.

    İSTEDİĞİM HİÇ BİR ŞEYİ ELDE EDEMEDİM…

    AMA İHTİYAÇ DUYDUĞUM HER ŞEYİ ELDE ETTİM.

    İnsan Yaşamını doğayla uyumlu ve korkusuzca yaşamalıdır. Uyum; korkusuzluğu, korkusuzluk cesareti, cesaret başarıyı, başarı da güveni doğurur.

    Yaşam aslında çok anlamlı ve değerli. Hepimizin bu dünyada bir rolü var. Eminim ki, hepimizin bir çok şeye yararı var ve olmuştur. Her birimizde, diğerimizde olmayan en az bir şey vardır ve bu bizi “biz” yapar. Değersiz ve işlevsiz kimse, hatta hiçbir şey yoktur. Yaratıcı Evren yolu ile bize hayat dediğimiz o müthiş hediyeyi vermiş. Biz sadece bir gözlemci olarak olup biteni gözlemlemeyi değil, ayrıca bir oyuncu olarak da fark yaratmayı seçmeliyiz. Sırlarla dolu muhteşem evrendeki kısacık rolümüzün değerini bilmeli, genç kalmalı, onurla yaşamalı ve gerektiğinde ölmeliyiz.

    Genç kalmak; Hayata taraf olmaktır,

    Hayatı ıskalamamaktır,

    Hayatın içinde kalmaktır,

    Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır…

    İnsan kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi derecesinde yaşlıdır. Cesareti derecesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır. Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan beklentilerinin gömülmesidir. Yıllar cildi buruşturabilir fakat heyecanların teslim edilmesi ruhu buruşturur. İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, aslında yaşamadıkça yaşlanırlar. Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen kişi asla yaşlanmaz.

    Etin pörsümesine bir başka anlam gerek…

    Zira ki ihtiyarlamak,

    Kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek…

    Nazım Hikmet

    Ünlü yazar Irvin D.Yalom şöyle diyor; 

    Hayatın amaç gerçekleştirilmesi olmaksızın eksik olduğu inancı, bir batı miti, kültürel bir kurgudur, trajik bir varoluşsal hayat gerçeği değil. Doğu dünyası hiçbir zaman hayatta bir “anlam” olduğunu ya da hayatın çözülmesi gereken bir problem olduğunu varsaymaz; onun yerine hayatın yaşanması gereken bir gizem olduğunu düşünür. Varoluş yalnızca bir yolculuktur ve bu yolculuk o kadar güzeldir ki, hedefi kim düşünür?

    Eğer huzuru yakalarsak, mutluluk kavramının ne kadar yetersiz olduğunu anlayabiliriz. Huzur süreklidir, iç dinginlik gerektirir. Huzurlu bir insan da, mutlu ya da mutsuz olabilir ama bu geçici duygularla hayatı yön değiştirmez.

    Huzur bir iç dinginlik durumu, içsel barış, kendinle arkadaş olabilme, dolayısıyla herkesle ve her şeyle arkadaş olabilme rahatlığıdır. Korkusuzluk, esneklik, sabırlılık, sevecenlik, saygı, doğadaki her şeye karşı sevgi ve tabii ki gerçekleri kabullenme halidir.

    Sevmek, her şeyi sevmek ve “salt sevgi” diye tanımladığımız duyguyu kendine öğretmek. Tanımlamadan sevebilmektir “salt sevgi”. Neyi seviyorum, nasıl seviyorum… gibi sorularla içimizden gelen sevgiyi sınırlamaktır, doğallığımızın ve gerçeklerimizin önünü açmaktır.

    “Salt sevgi” diye tanımladığımız olguya Dalai Lama “gerçek sevecenlik” demektedir. Sevecenliği geliştirmek için, kendisinin (duygu ve egolarından dolayı) acı çekmekten kurtulmasını istemekle başlayabilir ve sonra da bu doğal duyguyu alıp genişletebilir, artırabilir, diğer insanları da içerecek ve kucaklayacak şekilde genişletebilir.

    Acımak sevgi değil, üstünlüğün kabulüdür,

    Hoşgörü sevgi değil, istemediğine katlanmaktır,

    Sınırsız bağımsızlık sevgi değil, gereksinimlerin karşılanması bencilliğidir.

    Sevgi, değer vermesini bilmektir,

    Varolmaktan kıvanç duymaktır,

    Paylaşmak ve hizmet etmekten sevinç duymaktır, 

    Eşitliğin duyumsanmasıdır.

    Sevgi, bütün yapay ayrımların yaşamdan çıkarılmasıdır.

    Sevgi bilinçtir,

    Değerli bir varlık olmak bilincidir, İNSAN OLMAKTIR.

    Usta yazar – edebiyatçı Shakspeare, bu konuyu şöyle açıklar:

    İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için.

    Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

    Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmemek için.

    Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.

    Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şeyler vermediği için.

    Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

    Yaşam aslında sessizliğin sesidir, binlerce ses, renk ve formda her koşulda bizimle konuşur. Önemli olan algıları açmak; bakmak, dinlemek, koklamak, dokunmak ve hatta şaşırmaktır. Kendinizi doğanın içine atın ve tüm duyularınızla dinleyin, arının ve bir şeyler yapın. Olmadı mı bir daha yapın, olmadı mı başka bir şey daha yapın.

    Her gün aynı şeyi yaparak, 

    Değişik bir sonuç beklemek, HAYALPERESTLİKTİR. (Albert Einstein)

    Konuşmamı Mevlana’nın bir sözüyle bitirmek istiyorum.

    SEVGİDE GÜNEŞ GİBİ OL,

    DOSTLUK VE KARDEŞLİKTE AKARSU GİBİ OL,

    HATALARI ÖRTMEKTE GECE GİBİ OL,

    ÖFKEDE ÖLÜ GİBİ OL, TEVAZUDA TOPRAK GİBİ OL,

    NE OLURSAN OL,

    YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN

    YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL.   

    Dilerim ki Yol’a çıkarsınız, AtaTürk’ün Yolunda Sevgiyle yaşarsınız,

    #TürkO

    Tolga Akyel

    Türkiye'nin siyaset, medya ve gerçekçi haberlerinin yer aldığı haber portalı