Atatürk’ün işlerini iyi anlamak için hep hatırda tutmamız gereken sözünü yine hatırlayalım: “Ben bir dogma bırakmıyorum, benim yolumdan gidenler akıl ve bilim yolundan gitmelidirler.” Dolayısıyla Atatürk döneminin dış siyaseti de ancak böyle anlaşılabilir.
Ülkemizde kendilerine Atatürkçü diyen birileri ya da sığınmak zorunda kaldıkları AB giriş sürecini savunmak için AB’cilik yapan başka birileri, geçmiş yıllarda ısrarla, Türkiye’nin yönünün Batı olduğunu ve Atatürk’ün de Avrupa Birliği’ne girmeyi hedeflediğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdi. Şimdilerde sesleri solukları çıkmaz oldu. Çünkü öncelikle AB’nin iç yüzü ortaya çıktı. Girenleri ne hâle getirdiği görüldü. Batı karşıtı olup da Batıcılık yapmayı korunak olarak kullananlar ise içlerindekini ortaya çıkardılar ve Arap Dünyasına duydukları aşk, dış siyasetlerini de belirler oldu. Çünkü içerde artık yeteri kadar desteğe ve koruma kadrolarına ulaştıklarını düşünür oldular. Atatürk de onlar için kullanılacak bir itibarlı kişi olmaktan çıktı ve hedef tahtası hâline getirildi.
Nerede bunların Arapçılık ideolojisi ile saplandıkları dış ilişkiler bataklığı nerede Atatürk’ün Çankaya Tepelerindeki itibarlı ve vakarlı dış siyaseti?
Atatürk, dış siyasetinde de aklın ve bilimin gereği neyse onu yapmıştır. Avrupa’nın kışkırtıp üzerimize saldırttığı ve Anadolu’yu yakıp yıkan Yunanistan’ı yendikten sonra onlarla da dostluk antlaşmaları yapmayı başarmıştır. Kapitalist, emperyalist Batı ülkeleriyle belli bir mesafeyi koruyarak iyi ilişkiler kurmuştur. Onların iç bünyemizde at oynatmalarını engellerken, Türkiye üzerinde kışkırtıcı faaliyetlere girmelerine yol açacak durumların doğmasına da sebep olmamıştır.
Sovyetler Birliği ile 25 yıllık “Dostluk ve İşbirliği Antlaşması” imzalarken onların komünist bir devlet olmaları ilişkilere engel görülmemiştir.
İran, o dönemde Türk soylu Kaçar Hanlarını deviren Fars soylu Pehlevi Hanedanının yönetimindeydi. Ne bu durum ne de İran’da teokratik bir monarşinin mevcudiyeti, Atatürk’ün İran’a olan yakın ilgisini engellememiştir. İran, din devleti iddiasında ve Şahlıkla yönetilen bir ülke iken, Türkiye, Padişahlığı ortadan kaldıran laik yönetimde bir ülke idi. Ama bu durum ülkelerin iç meselesiydi. Türkiye’de ve İran’da rejimler ne olursa olsun iki ülkenin yakın dostluğu, aklın ve tarih biliminin gösterdiği doğru tutum olduğundan; Atatürk bu yolda tereddüt etmemiştir. Afganistan’da da aynı durumda bir Şahlık yönetimi vardı.
İran’ın başında Rıza Şah, Afganistan’ın başında Amanullah Han hüküm sürüyordu. Ama ikisi de Atatürk’ün dostları ve Atatürk’e ağabey diyecek kadar da saygılıydılar. Sonradan eklenen Irak’ı da alarak Türkiye, İran, Afganistan arasında 8 Temmuz 1937’de imzalanan antlaşma ile Sadabat Paktı’nı kurarken Atatürk, her türlü dogmacılıktan uzak, aklın ve bilimin gereğini yapıyordu. Çünkü Sovyetler Birliği dostumuz olsa da, hem ona karşı hem de İngiliz emperyalizmine karşı bölgede bir birlik kurulması gerekiyordu.
Balkan ülkeleri ile aramızda çetin savaşlar olmuş ve Balkan çeteleri Osmanlı topraklarında akıl almaz zulümler yapmışlardı. Ama artık bu durum gerilerde kalmıştı. Şimdi, güne ve geleceğe bakmak gerekiyordu. Atatürk, yaklaşan nazizm-faşizm ittifakından ve Batı ülkelerinin şirketlerinin rekabetinden doğan savaş tehlikesini bilimlik akıl gözüyle görüyordu. Buna karşı ek önlemler alınmalıydı. 9 Şubat 1934 tarihinde Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Paktı’nı bu amaçla kurdu. Ne yazık ki Atatürk’ten sonra sanki Paktın ruhu da öldü ve Hitlerin saldırıları karşısında bir işe yaramadı.
Atatürk, dış siyasetteki hedeflerine, akıl ve bilim yolundan yürüyerek ulaşan bir devlet adamıdır. Dünyadaki dengelerin ve uluslar arası sistemin uygun olduğu bir anda hiç tereddüt etmeden; Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olan, ama Lozan’da esirgenen ve Fransa’nın elindeki Suriye’ye verilen Hatay’ı, vatana katmak için ardıcıl girişimlerde bulunmuş ve hatta bu yolda şehit olmuştur. İşin ilginç yanı dönemin şartlarını bir türlü anlayamayan Başbakan İsmet Paşa’nın muhalefetine rağmen…
Atatürk’ün Hatay (İskenderun Sancağı) yolunda şehit olması, başlı başına ayrı ve ilginç bir konudur. Ağır hasta olduğu hâlde, Hatay’ın Türkiye’ye kazanılması sürecine zarar vermesin diye, sağlığını zorlayarak törenlere katılmış ama sonunda da yataktan kalkamamıştır.
Atatürk’ün dış siyaseti konusunda söylenmesi gereken bir başka gerçek de yine bilimlik aklın gereği olarak dünyada meydana getirdiği olağanüstü saygınlığın sağladığı durumdur. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh temel ilkesinden ayrılmadan, ancak gerektiğinde kuvvet kullanacağı kararlılığını da göstererek…