"Siyaseti bir yönetim-iktidar meselesi olarak ele almak politik aktörlerin hamle imkânlarını sınırlıyor"
Gazeteci – yazar Kemal Can, "CHP'nin İslamcılardan oy alma çabasını anlamakta zorluk çektiğini" belirterek "Solun politik etkinlik yaratabilmesi için öncelikle gündem kurabilme yeteneğini devreye sokması gerekiyor. Sağa göz kırpıp solculuk yapılmaz" dedi.
Birgün'den Can Uğur'un Araştımacı- yazar Kamal Canla Yaptığı söyleşi şöyle:
Türkiye’de özellikle muhalefet kanadında karşınızdaki bloktan oy almanız gerekiyor yönünde meselenin politik kısmını öteleyen bir bakış var. Siz bu yönelimi nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye'de bu yaklaşım, siyasi yelpazedeki oy dağılımına dayanılarak haklılaştırılıyor. Sağ ve sol arasında çok değişmeyen yüzde 65 – 35 oranı üzerine basit bir denklem kuruluyor; “çoğunluk sağlayarak iktidar olabilmek için solun ödünç de olsa sağ bloktan oy alması gerekir” şeklinde. Bu ilk bakışta çok yanlış bir matematik gibi durmuyor. Fakat siyaset sadece matematik değil. Ve aslında bu matematiğin kendisi de sorunlu. Dolaylı olarak denklemin değişmezliğini yeniden üreten bu yaklaşım, sonucu değiştirmek için yaptığı tüm hamleleri daha baştan kendi eliyle etkisiz hale getiriyor. Bu kısır döngü, siyaset zemininde de kalıcı bir bozulmaya yol açıyor. Siyaset içeriksizleşiyor, bizzat politik aktörler tarafından beslenen apolitizm daha da koyulaşıyor, siyaset bir seçim işlemine dönüşüyor. Seçime katılım düşmese bile siyasete katılım zayıflıyor.
Siyaseti bir yönetim-iktidar meselesi olarak ele almak politik aktörlerin hamle imkânlarını sınırlıyor ama daha önemlisi bütün siyaset alanını sığlaştırıyor. Siyaset daha çok başarısız bir pazarlama faaliyetine dönüşüyor, proje partiler ve adaylar üretiliyor. Apolitikleşme, siyaset alanının daralması ve içeriksizleşmesi “güçlü” olana, verili sayısal dengeye ve genel olarak iktidarda olana yarıyor.
Bu yüzden de, bu algının devam etmesi için elinden geleni yapıyor. Buna teslim olan muhalefet de peşin bir başarısızlığa mahkûm oluyor aslında. Oysa, siyaset bir demokrasi ve özgürlük meselesi olarak ele alındığında, bu değişmez görünen denklemin sadece sonuç kısmıyla değil, denklemin kurulma biçimi, unsurları ve onu etkileyen, belirleyen bütün değişkenlerle de ilgilenmek gerekir. Hatta asıl bunu ve sonuca gidilen yolu mesele etmek gerekiyor. Siyaseti derinleştirecek olan da budur.
Özellikle CHP’de, kısmen de HDP’de gördüğümüz sağdan, İslamcılardan oy alma bakışı bir politik hareketi nasıl etkiler?
CHP'nin bu konuda defalarca yaşanan başarısız denemelere rağmen ısrarcı olmasını anlamakta zorluk çekiyorum. Dindarların da CHP'ye oy verebilir olmasına çalışmanın yanlış bir tarafı yok ama bunun yolu ne olacak? MHP'den daha milliyetçiymiş gibi yapmaya çalışmak, muhafazakâr değerler konusunda AKP ile yarışa girmek, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve yerel seçimlerde denendiği gibi ortak veya çatı aday bulmak defalarca görüldüğü gibi çıkar yol olmadı. Ancak, her seferinde bu formülün kendisinde bir sorun yokmuş da, uygulanışı başarılı değilmiş gibi bir tartışma yapılıyor. Ve CHP çevresinde hiç eksik olmayan gürültücü “sağcılık danışmanları”, “ben daha iyisini yaparım” diyerek sahne alıyor. Sonunda “dokunulmazlığın kaldırılması Anayasa’ya aykırı ama biz evet vereceğiz” diyebilen, kendi düzenlediği Adalet Kurultayı’nda içki içene ihraç kararı çıkartabilen şizofrenik bir siyaset üretiliyor. Böyle davranan bir muhalefet, iktidarın siyaseti kendi güçlü olduğu alanda tutma çabasına destek veriyor demektir.
HDP özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde, daha genel sol bir muhalefete ve bütün ülkeye açılma çabasına girmiş olsa da, kökleri itibariyle politik Kürt kimliğiyle güçlü bağı olan bir parti. Dolayısıyla, politik desteğinin etnik kimlik öncelikleriyle ilişkisini tamamen reddetmesi beklenemez. Özel olarak bunu tercih etsin ya da etmesin, Kürtlerin büyük çoğunluğunun desteğini almak daima önemli bir hedef olarak önünde duruyor. Dolayısıyla, HDP'nin Kürt nüfusun daha geniş kesimleriyle ilişki kurmak için, dinsel hassasiyetler başta olmak üzere “karşı blokun” kullandığı argümanlarla ve bazen isimlerle temasa gelmesinin daha anlaşılır tarafları var. HDP bunu söylem düzeyinde daha sınırlı tutsa da, bazı sembol isimleri vitrinine yerleştirerek daha geniş bir Kürt nüfusa erişmeyi denedi. Fakat, ben bu taktik hamlelerin ne kadar işe yaradığı konusunda çok emin değilim. Bence HDP'nin hem Kürt nüfus içinde, hem de genel olarak Türkiye'de etkili olması ve aldığı politik destek, böylesi taktik hamlelerden çok, politika alanını genişletme konusunda yarattığı umutla ilgiliydi.
Türk sağı üzerine çalışmalarınız var o kitleyi yakından tanıyorsunuz. Türk sağı, soldan bir parti ‘sağa göz kırpıyor’ diye yönelimini değiştirir mi?
Sağ bloktaki seçmenlerin ideolojik, kültürel kimlik özellikleriyle karar verenleri, kendi değerleriyle kurulan ilişkiyi, söylenenlere bakarak değil onu temsil eden aktörler üzerinden okuyor. Orijinal, otantik veya organik temsil kriterlerini dikkate alarak tercihini yapıyor. Yani oyumla destekleyeceğim parti, lider ve kişiler “bizden mi değil mi?”, “bana ne kadar benziyor?” diye soruyor. Pragmatik özellikleri biraz daha önde olanlar da, “bana ne faydası var, bana ne zararı olur?” gibi sorulara cevap arıyor. “Göz kırpma”, taklit, “değerlere saygı duyduğunu gösterme” gibi “dışsal” manevralarla bu kesimleri – en azından çoğunu – etkilemek pek mümkün değil.
Buna karşılık, her seçmen grubunda olduğu gibi sağ blok içindeki seçmeni de kendi değerler sistemi, kültürel aidiyet dairesi dışında siyasetle ilişkiye davet ve ikna etmekle daha kalıcı etki yaratmak mümkün. Çünkü, seçmenlerin ve aslında hiç kimsenin tek bir kimliği yok. Dindar biri aynı zamanda bir işçi, aynı zamanda kadın, aynı zamanda genç. Soru, sizin bu kimliklerin politik temsiliyle ilgili hangi düzlemi veya ilişki zincirini kullanacağınız. Benim gözlemlediğim kadarıyla, Türkiye'de bloklar arasındaki oy hareketleri çoğunlukla verili hassasiyetlere ilişkin rol değiş tokuşundan değil, tercih önceliklerini değiştirebilmekten geçiyor. Bazen bu öncelikler, ekonomik kriz zamanlarında olduğu gibi konjonktürel olarak kendiliğinden oluşuyor, bazen de etkili bir çıkış bir dalga oluşturuyor. Değerlerle kavga etmekle, değerlere teslim olmak arasında uzun bir mesafe ve sonsuz sayıda pozisyon var.
Bir politik hareketi güçlü kılan unsurlar ekonomik-politik tutarlılık mı, yoksa kısa vadede ‘çözüm’ odaklı adımlar mı?
Bu, politik hareketin politikayı nasıl tanımladığı, içinden çıktığı – temsil ettiği toplumsal kesimin talepleri ve hareketin hedefleri ve kendisini nasıl konumladığı gibi çok farklı boyutları olan bir mesele. Elbette, partilerle ilgili politik ve etik tartışmalar yapılabilir, çizgileri eleştirilebilir. Ancak, benim “sağcılık taklidi yapılarak bu kesimden oy alınamayacağı” değerlendirmem objektif bir gözlem. Benim söylediğim; bunun doğru veya yanlış olmasıyla ilgili değil. (Bu arada bir parantez açarak; elbette benim için yanlış olduğunu söyleyebilirim). Ama asıl işaret etmeye çalıştığım bunun zaten pek mümkün olmadığı.
Bir süredir siyaseti projecilik, pazarlamacılık sınırına iten, politik programları satılacak mal olarak ele alan bir yaklaşımın yükseldiğini görüyoruz. Sadece kısa vadeli pragmatik ihtiyaçlarla ilişki kuran, adeta seçmeni promosyonlarla ikna etmeye çalışan taktik hamlelerin de fazla işe yaradığı kanaatinde değilim. Politik – ekonomik bir tercihin tartışılmasına vesile olan veya bir tercihi somutlayan önerileri dışarda bırakırsak, “heybemizde sizin için neler neler var” halinin oy verme davranışını çok etkilediğini sanmıyorum.
Bence politik hareketler, büyük halk kesimlerinin temel sorularına tutarlı ve inandırıcı karşılıklar üretebildikleri ölçüde etkili ve güçlü oluyorlar. Fakat bundan daha önemli olan o temel soruların oluşmasında, yani politik gündemin kurulmasındaki etkileri. Çünkü, politik gündemi oluşturacak soruları üretebilmek, politik desteğinizden daha büyük bir etki yaratabilir.
Türkiye’de halkçı, kamucu yüzünü sola dönen politikaların hayata geçirilebilme imkânını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Hakan Yılmaz’ın yaptığı bir politik değerler araştırması var. Bu araştırmanın sonuçlarına göre, ekonomik ve sınıfsal temalı politik alanda, “sol değerler”in kabulünün hayli yüksek olduğu görülüyor. Yani politik gündemde “sağ değerlerin” belirleyici olduğu önermesi, gündemin kurulduğu zeminle çok ilişkili. Dolayısıyla, solun politik etkinlik yaratabilmesi için öncelikle gündem kurabilme yeteneğini devreye sokması gerekiyor. Sol tarihsel pozisyonu itibariyle, soru üretmeye, gündem oluşturmaya daha yatkın olmasına rağmen, uzunca bir süredir defansif bir alana çekilmiş, çekilmek zorunda kalmış görünüyor. Acil sihirli iktidar formülleri bulmak yerine, belki buradan başlamak daha doğru.
Mevcut siyasi konjonktürün de göründüğü ve sanıldığı kadar umutsuz olduğunu düşünmüyorum. Sert kutuplaşma, politik gündemin kısırlığı, iktidarın kurduğu güç koalisyonu ve olağan dışı düzen ile kontrolünü aşırı artırması, kemikleşmiş görünen oy konsolidasyonu olumsuz bir resim veriyor. Fakat, Erdoğan’ın kişiselleşmiş iktidar stratejisinin saklanamaz yapısal krizleri, AKP’yi ilk on yılında taşıyan kalkınma – refah hikayesinin bitmesi, bu hikayesizliğe eşlik eden sınıfsal kırılma ve iktidar desteğinin büyük şehir ve genç seçmenlerde çözülme alametleri göstermesi, politik gündemin yenilenmesi ihtiyacını güncelliyor. Ancak, bütün bunlar çok kısa vadede sonuç verecek gelişmeler olarak düşünülmemeli. Eğer siyaset bir özgürlük mücadelesiyse, kısa bir hikaye olduğunu kim söyledi ki?