"Mahkemelere, yargıya ve yargı bürokrasisine hâlâ güvenmek istiyorum"
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişimi sonrası tutuklanan akademisyen Mehmet Altan, kardeşi Ahmet Altan ve meslektaşı Nazlı Ilıcak ile birlikte yargılandığı davanın ikinci duruşmasında savunma yaptı. Türkiye yazarı Fuat Uğur'un 2 ve 21 Nisan 2016'da yazdığı iki yazıda TSK içindeki cemaatçi askerlerin darbe girişimi hazırlığında olduğunu söylediğini hatırlatan Altan, "Uğur neden soruşturmadan azade? Savcı, darbeyi bildiğimizi” neden ispat etmiyor, somut kanıt, belge göstermiyor? Gösteremez, çünkü böyle bir vakıa söz konusu değil. Darbeyi konuştuğumuz da koca bir yalan, bir algı operasyonu gayreti" dedi.
"İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) darbeciler tarafından basılması, silah kullanılması, insanların şehit edilmesi, bu davanın iddianamesi de sizin mahkemeniz tarafından kabul edildi" hatırlatmasında bulunan Altan, sözlerine şöyle devam etti:
"Silahlı darbecilerin, insanların şehit edilmesinin söz konusu edildiği bir davada 'can alanlar' ile aynı suçtan yargılanmam, size garip gelmiyor mu?"
Mehmet Altan'ın "Hukuk mu, düşman hukuku mu?" başlıklı savunma metni şöyle:
Savcılık tarafından Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmayan, yani suç olmayan bir “suçlamayla” gözaltına alınmam, devamında böylesine bir hukuksal skandalın bir Sulh Ceza Hâkimliği tarafından onaylanması bir yılı aşan tutukluluğumun niteliğinin hukukla hiçbir ilgisi olmadığını başlangıç itibariyle zaten ispatlıyor. O skandal süreç, 12 günlük gözaltı sonrası 22 Eylül 2016’da algı operasyonu için yayımlanan asılsız ve yalan bir gazete haberinde yazılı cümleyle tutuklanmam; Sulh Ceza Hâkiminin haberdeki bu cümleyi aynen alarak tutuklama gerekçesi yapması, bu süreci daha da pekiştirmiş, somutlaştırmış, belgelemiştir.
Sekiz aylık tutukluluk sonunda nihayet ortaya çıkan iddianame ise Ceza Genel Kurulunun açık ve sarih kararına aykırı olarak “varsayıma” dayalı, ispat edilmemiş, tek cümlelik bir iddia üzerine bina edilmiş bir utanç belgesidir. Beni şaşırtan, sadece bu iddianamenin mahkemece kabulü olmadı. Dört saatlik bir savunma sonrasında mahkemenin ara kararı ve onu takip eden dosya incelemelerindeki Sulh Ceza Hâkimliklerinden aldığım özensiz, CMK’ya aykırı, birbirinin aynı matbu cevaplarla tutukluluğuma devam kararı verilmesi ve sonrası benzeri kararlar oldu. Hukukun firarda olduğunu fiilen yaşayarak görmeme rağmen, ben hukuk varmış gibi, hukuksal vahamet üzerinden hukukun asla kabul etmediği, etmeyeceği ama benim fiilen mağduru olduğum bir iki ağır usulsüzlük içeren noktayı yeniden anımsatmak istiyorum.
Sayın Heyet,
Darbeyi nasıl biliyoruz, bunun hiçbir kanıtı yok. İspatı yok. Ayrıca “darbeyi bilmek suç mu?” Suç değil. Bu sorunun cevabını, Yargıtay 16. Ceza Dairesi çok yeni ve 15 Temmuz Darbe dosyası kararı ile cevaplıyor. 2017/1443 esas ve 2017/4758 karar sayılı kararında açıkladığı “Fiilin işleneceği konusundaki bilginin iştirak bakımından önemi yoktur… Doktrinde de aynı görüş savunulmuştur. Failin fiil hakkındaki bilgisi iştirak iradesini sağlamaya yeterli değildir. Olsa olsa bildiğini ihbar etmemekten doğan sorumluluk veya hazırlık hareketlerine katılma nedeniyle suçlar tahakkuk edebilir” kabulü ile zayıf, desteksiz, çelimsiz iddianame tamamen çökmüştür.
Çünkü iddianamenin çıkış noktası televizyon programındaki konuşmalara göre darbeyi bildiğimizdir, savcıya göre darbe olabileceğini söylüyor isek darbeciler ile iştirak hâlimiz vardır. Yoksa darbe olabileceğini nasıl söyleriz? Hukuktan ayrılmanın ağır neticeleri olacağını 1990 yılından beri darbeleri yazan, anlatan 40 yıllık hoca ve bir yazar, bir gazeteci düşünemez, öngöremez öyle mi? Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararı da hukuk gibi yok sayıldı diyelim, darbeyi bilmek suç ise, darbe olacağını çok önceden, 2 Nisan 2016 tarihinde ısrarla yazan Fuat Uğur neden soruşturmadan azade? Savcı, “darbeyi bildiğimizi” neden ispat etmiyor, somut kanıt, belge göstermiyor? Gösteremez, çünkü böyle bir vakıa söz konusu değil. Darbeyi konuştuğumuz da koca bir yalan, bir algı operasyonu gayreti.
“Darbeyi biliyorlardı” uydurmacası, savcının ve iddianamenin bütün kurgusuna ve hukuksuzluğuna bina etmeye çalıştığı çürük, geçersiz, batak bir zemin. Varsayıma, tahmine dayanılarak, yalan söyleyerek, uydurarak insanlara zulüm edilebilir mi, insanların yaşamlarıyla oynanabilir mi? Tabiî ki hayır. Ceza Genel Kurulu’nun 19/4/1993 tarihli kararı “varsayımlara, tahminlere dayanılarak sonuca ulaşması, ceza yargılamasının amacına kesinlikle aykırıdır” der. Her perşembe günü düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında, gazetecilik, yorumculuk yaparak haftanın önemli olaylarını değerlendirdiğimiz bir televizyon programındaki, iddianamede büyük harflerle yazılıp altı çizilmiş üç cümle nedeniyle, hükümeti, anayasayı, parlamentoyu ortadan kaldırmaya giriştiğim iddiasıyla üç kez ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyorum. İnanılmaz ama maalesef böyle.
İddianamenin 189. sayfasının sonundaki uzun ve zayıf ifadeli cümle tüm bu suçlamanın hukuk ve akıl dışı zorlama kurgusunu oluşturuyor. Bu cümleye dikkatle baktığımızda hukukun nasıl katledildiğini de ânında görüyoruz. Bu cümleyi okumadan önce, şunu da vurgulamak isterim; 14 Temmuz 2016 Perşembe günkü televizyon programının üç temel konusu var. Birincisi, Meral Akşener’in topladığı MHP Genel Kurulu ve bunun seçim yılı olan 2019 yılına kadarki siyasete ve parlamentoya olan etkileri, ikincisi program günü 29770 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan “Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair” 6722 sayılı kanun ve Ahmet Altan’ın o tarihte yeni yayımlanan “Ölmek Kolaydır Sevmekten” adlı İttihat ve Terakki dönemini de kapsayan son romanı.
Resmî Gazete’de o sabah yayımlanan kanun, askeriyeye EMASYA yetkileri veriyor. Programda konuşulanların içeriğini de bu temel üç konu çerçevesinde “fiili durum” yaratarak anayasal düzenden uzaklaşmanın yaratacağı mahsurlar oluşturuyor. Üstelik defalarca 2019 seçimleri vurgusu yapılıyor. Bu iddianamenin 187. sayfasına göz atan herkes bunu rahatlıkla görür, görüyor. Gene 185. sayfada, “50 AKP’li Milletvekili biz Akşener’le parti kuruyoruz dese…” ifadeleri var. Burada, “darbe” nerede? Ne darbesi? Ama savcı hiçbir alakası olmayan programdan her hukukçuyu, bırakın hukuk okumayı, makul bir mantık yürütme yetisine sahip herkesi hayrete düşürecek gerçek ve hukuk dışı sonuçlara varıyor. Daha doğrusu vardığını sanıyor. Hukuk açısından ise bu tarihî bir skandal olarak anılacak bir belge. O muhteşem cümlenin başlangıcı şöyle: “… bildikleri darbe girişimine…”
Üst mahkeme içtihatları yargı sistemini bağlıyor mu, bağlamıyor mu? Bağladığına inanmak isterim. Savcının, hüküm cümleleri devam ediyor: “Maddi cebir kullanmak suretiyle iştirak eden faillerin eylemine gündemine sözde neden teşkil eden siyasal ve toplumsal kaos sisteminin bulunduğuna…” Burada bir dakika duralım. Programda bu iddianın tam tersi seslendiriliyor. Konuşulanlar ortada; hukuktan ayrılmanın, anayasal düzen var iken “fiili durum” yaratmanın, EMASYA örneğinde olduğu gibi “hukuk devletinin” temel prensiplerinden uzaklaşmanın meşru düzeni bozacağı ısrarla ve defalarca vurgulanıyor, siyaset uyarılıyor. Programdaki bir cümlemi hatırlatarak bunu daha bir somut şekilde ispat edeyim: “… hukuk dışı bir anlayışla suç işleyerek, bir devleti ele geçirmeye kalkacağını sanmak… Eğer o devlet var olmaya devam edecekse, bu bir gaflettir… Çünkü devleti ele geçirmeye kalktığım vakit; bir metabolizmayı yok etmek istiyorsun. … Bunları yok edemezsin. Edersen, o zaman zaten devlet ve toplum yok olur” Hem askerî hem sivil darbeciliğe böylesine kökten bir reddiye, nasıl “darbecilik” olarak algılanabilir? Ağır bir kötü niyet için; hukuk dışı bir görevli için bile bunu iddia etmek çok zor. Sayın Heyet, size de sormak isterim, öyle değil mi? Ve o uzun karışık cümlenin akıl almaz, son bölümüne geldim: “…Ve bu ortamın yaratılmasına yönelik örgütsel amaçlı gerçekleştirilen kalkışma suçlarını hareket unsurunun alt unsuru olan ‘cebir’ terimin öncülü ve ayrı düşünülemeyecek bir parçası olan söylem ve propagandalarda bulunmak suretiyle iştirak ettikleri, asli fail oldukları anlaşılmıştır.”
Müsaadenizle, “vay, vay, vay” demek istiyorum. Televizyon programındaki “düşünce ve ifade özgürlüğünden” “cebir kullanan” darbeciliğe gelmek çok maharetli, deneyimli sihirbazlar için bile kolay değilken, bizim iddianamede gerçekleşebiliyor. Ama ben bu hazin komediye gene hukuk üzerinden devam etmek istiyorum. Düşüncelerinden hoşlanmayan, eleştirisel düşünceye sahip unsurları, “terör suçlusu” olarak mağdur etmenin tek bir yolu da bu sihirbazlık. Çünkü bu kanıtsız ve hukuksuz zemini olmayan garip senaryo sonunda savcı benim TCK 309, 311 ve 312 maddelerinden yargılanmamı istiyor. Bu maddeler ne? “Cebir ve şiddet kullanılarak” anayasayı, meclisi, hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek.” “Cebir ve şiddet kullanılarak” evet cebir ve şiddet kullanılarak, madde hiçbir yoruma, hukuksal atraksiyona izin vermeden “cebir ve şiddet kullanılarak” şartını arıyor. Sadece bu mu? Ayrıca “teşebbüs” edilmesi şartını da aramakta. 309, 311 ve 312 maddelerle suçlanmak için “cebir ve şiddet kullanmak” hem de “teşebbüs etmek” şartı var. TV programlarındaki yorumlar demiyor. Cebir nerede? Şiddet nerede? Teşebbüs nerede? Bu çok abartılı, çok hukuksuz, hatta çok izansız bir durum değil mi? Üstelik “Anayasamızda güvence altına alınmış olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kullanılan hakların anayasayı ihlal suçu kapsamında değerlendirilemeyeceğinin daha açık biçimde vurgulanması ve bu bakımdan ortaya çıkabilecek tereddütlerin giderilmesi için” 2007 yılında 309, 311, 312 “tehdit” ibaresi “şiddet” ile değiştirilmiştir. Yasanın değişiklik önerisini, dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek yapmış, AKP ve CHP oy birliği ile maddeyi değiştirmiştir. Yukarıdaki tırnak içindeki bölüm de, yasa değişikliğinin gerekçesidir. Peki, nasıl oluyor da ben bir yılı aşkın zamandır olmayacak biçimde hürriyetimden yoksun bırakılıyorum?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin darbeciler tarafından basılması, silah kullanılması, insanların şehit edilmesi, bu davanın iddianamesi de sizin mahkemeniz tarafından kabul edildi. Silahlı darbecilerin, insanların şehit edilmesinin söz konusu edildiği bir davada “can alanlar” ile aynı suçtan yargılanmam, size garip gelmiyor mu? Son derece açık olan TCK maddelerine karşın “cebir ve şiddet”in darbe suçunun unsuru olduğu 16. Ceza Dairesinin az evvel bildirdiğim çok yeni kararında bir kez daha izah edilmiştir. Kararda “Kanunun aradığı cebrilikten maksadın fiziki/maddi cebir olduğu açıktır” kabulü kadar, “Manevi cebir kavramı, me’haz kanun bakımından Faşizmin, Türk Ceza Hukuku yönünden ise meşru siyasi iktidarın yargılanmasına gerekçe arayan 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra o gün iktidarda olanları yargılamak amacıyla kurulan Yüksek Adalet Divanı’nın eseridir” görüş ve kabulü, “Bu bakımdan devletin varlığını tehlikelere ve fiili karşıt hareketlere karşı himayesi bir zaruretin icabıdır ve devlete devlet vasfını veren iktidar unsuru bu himayenin en önemli parçasını teşkil etmektedir.
Fakat bu himaye demokrasilerde hiçbir zaman fikrin cezalandırılmasına hak vermez” kabulü yeterince açık değil midir? İki köşe yazısı ve bir TV konuşması ile darbeci yapılan ve bir yıldır özgürlüğü gasp edilen birisi olarak, beni yargılayan mahkeme heyetine sormak isterim, biliyorum itiraz edeceksiniz ama sormak hakkım; Hukuk, kanun ve 15 Temmuz darbe suçları için yol haritasını çıkaran yüksek mahkeme içtihatları bağlayıcı mı değil mi? Eğer bağlayıcı ise derhal özgürlüğümü bana vermelisiniz. Karar sizin Sayın Mahkeme Heyeti. Bu karar sizin kararınız olacak. “Hiyerarşik bağlılık ve örgütsel emir- komuta zinciri” unsuru yok, zaten mevcudiyeti söz konusu edilemez, ispatı yok ama fantezist varsayım, uydurma kurgu, darbecilik suçlaması var. Üstelik, tüm bu hukuksal gerekçeler ortada iken, TV programının 314/2 maddesinin tatbiki ile “eylem ve fikir birliği” içinde olmadığım, üyesi de bulunmadığım “teokratik bir devlet” peşindeki bir terör örgütü ile nasıl ilişkilendiriliyorum, o da anlaşılır gibi değil. “Süreklilik unsurunun” yokluğu ortada ve iddianame tarafından da belirtilmiş iken, TCK madde 220/6 ve 314, oradan hareketle 309, 311, 312 nasıl söz konusu edilebilir? Bu hukuken mümkün mü? Ben bunların iddianamenin kabulünde mahkemece veya ilk duruşma sonunda sayın savcı tarafından seslendirilmesini ve düzeltilmesini isterdim. Hâlbuki, 23 Haziran tarihli ara kararda ve aylık dosya üzerinden yapılan değerlendirmelerde tam tersi söz konusu oldu. Anımsatmak isterim: “… Üzerlerine atılı suçun vasfı ve mahiyeti” “… Sanıkların üzerine atılı suçun tutuklama sebeplerine karine olarak varsayıldığı…” “CMK 100/3-a.11 ait bendinde sayılan Katolog suç oluşu…” … “sanıklara isnat edilen suçun kanunda öngörülen cezaların alt ve üst sınırlarının kaçma şüphesini doğurması …” gibi bizlerin bir yıldır ezberlediği matbu gerekçeler yerine, TV programındaki üç kısa ve suç olmayan cümle için “şiddet ve cebir,” ayrıca da “fiili teşebbüs” aranan “ağırlaştırılmış müebbet” istenip istenmeyeceğinin tetkiki daha adil olmaz mıydı?
Yasalar böylesine ortada iken, hukuk otoritelerinin görüşleri belli iken, yasaların gerekçeleri açıkken, insanların hürriyetlerinin bu kadar kolayca gasp edilmesi, şayet hukuk var ise, çok riskli değil mi? Üstelik, 23 Haziran’dan bugüne kadar hapishanede geçirilen 2017 yazı sonrasında yaşanabilecek, örneğin sağlıkla ilgili tatsız, telafisi mümkün olmayan sonuçlardan kim sorumlu olacaktır? Televizyon programı yorumundan “cebir ve şiddet kullanarak” darbe yapmak, anayasa, hükümet ve parlamentoyu fiilen cebir kullanarak ortadan kaldırma suçu çıkaran ve buna sessiz kalan hukukçular mı? Etrafa korku salarak hukuku yok edenler mi? Kim? Sayın Heyet, ara karar ve dosya üzerinden tetkiklerde, ısrarla söylenen iki gerekçeye de kısaca değinmek isterim. Bunlardan biri “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösterir müşahhas deliller” iddiasıdır. İkincisi ise “kaçma şüphesidir…”
Sayın Heyet,
Öncelikle, bir yılı aşkındır birbirinin aynı matbu kayıtlara yazılarak tutukluluğumun devamına neden olan ve hiçbir hukuksal açıklamaya tabi kılınmayan “müşahhas deliller” tamlamasını mahkemenin ara kararı ve gene mahkemenizin rutin olarak yaptığı aylık incelemelerde görünce, bu “müşahhas delilleri” TV programındaki birkaç cümlelik yorumları nedeniyle tutuklanmış, gene o programdaki üç kısa cümle nedeniyle üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılması istenen biri olarak çok merak ettim. Gene de iddianamede “delil” olarak gösterilen ve hiçbiri suç kapsamına girmeyen “iddiaları” da yeniden kısaca anımsatmak babında cevaplamak ve bir kez daha çürütmek isterim. 247 sayfalık iddianamede bana ayrılan iki sayfa vardır, bu iki sayfanın bir tanesi ise benim yazımdır. İddianamenin 215. sayfasından, Nurettin Veren’in 24.10.2016 tarihli ifadesinde bana yöneltilen Alaeddin Kaya vasıtasıyla Fetullah Gülen “sık sık” görüştüğüm yalanı gene iddianamenin birkaç sayfa öncesinde, daha netleştirerek söyleyeyim üç sayfa öncesinde, sayfa 212’de bizzat savcılık tarafından çürütülmektedir. Alaeddin Kaya ile 28.09.2008 yılında bir kez görüştüğüm bir şema üzerinde gösterilmektedir. Bu somut kanıt tanığın da ne kadar güvenilir olduğunun göstergesidir. Üstelik o sırada Alaeddin Kaya benim başyazarlığını yaptığım Star Gazetesi’nin ve 24TV’nin sahibi olduğunu beyan etmektedir. İkametimde yazılan altı adet 1 dolar tespiti de aynı şekilde gene iddia cümlesi içerisinde anlamsızlaşmaktadır. İddianamede “beş adet 1 doların” çalışma odamdaki masamın çekmecesinde seyahate giderken kullandığım dövizlerle bir arada bulunduğu vurgulanmaktadır. Bugün sizin de gözlerinizle göreceğiniz gibi, yırtık, tedavülden kalkmış, koridordaki vestiyerde kullanılmayan yıpranmış bir kadın çantasında eski seyahatlerden unutulmuş, F serisi 1 dolara beyhude bir anlam yükleme çabası görülmektedir. Ancak bu iddianamenin özelliği zaten budur.
Ayrı bir yerde, özel olarak muhafaza edilmesi söz konusu değil, odamdaki küçük miktardaki dövizler gibi, eski, yırtık, tedavülden kalmış bir seyahat bakiyesi olduğu aşikârdır. Ayrıca bu algı operasyonuna yönelik suçlama çabası iddianamenin önceki sayfalarında gene iddianame tarafından ıskartaya çıkarılmaktadır. Birincisi, ben örgüt üyesi olmadığıma göre, F serisi 1 doları neden, niçin, hangi maksatla saklayacağım. Anlamı ne olacak? Doğrusu, bir iddianame daha ciddi olmak zorunda değil midir? İkincisi, 15 Temmuz sonrası 1 dolar bulundurmak suç aleti silah bulundurmaktan daha tehlikeli bir hâle gelmişti. Gizli saklı bir işim olsa, ben 1 dolarları neden tutayım? Bunları savunmamda da uzun uzun anlattım. İddianamenin kendi mantığına bakılınca da bu 1 doların, iddianameye sanki bir anlam içeriyormuş gibi yazılmasının manası bulunmamaktadır.
Çünkü, FETÖ örgütünde, iddianamenin anlatımına göre, F serisi 1 dolarların örgüt üyesi öğrencilere dağıtıldığı söylenmektedir. Bu tespite rağmen, seyahat artığı yırtık 1 dolardan delil diye söz etmek abesle iştigal değil midir? Mağdur edilmenin en tatsız tarafı, suç olmayan, yersiz, manasız, anlamsız suçlamalara cevap vermek durumunda kalmak. Bu 1$ vesilesiyle, bir suç duyurusunda bulunacağım. Bu yırtık, çok eski seyahatlerden kalma, tedavülden kalkmış, bu 1 dolar, iddianame savcısı tarafından medyaya, soruşturmanın gizliliği prensibi çiğnenerek servis edilmiştir. Ayrıca, 1 dolar videosu, ilgili memurun parmağıyla yırtık kapatılarak çekilmiştir. Bu konuda suç duyurusunda bulunmak istiyorum. Amaç gerçeği mi bulmak, tutarlı düşünce unsurlarına yönelik algı operasyonu mu yaratmak, insanları andıçlamak mı? Sayın Mahkeme, Bir üçüncü iddia, AKABE Eğitim ve Kültür Merkezi’nde konferans verdiğim hâlde soruşturmaya uğramış olmam.
Böyle bir suç iddiası gördünüz mü? Ama gene de mantıksız, anlamsız, hukuksuz tüm iddiaları olduğu gibi bu iddiayı da yanıtlayarak manasızlığını sergilemek istiyorum. AKABE Vakfı’nın Gülen Cemaati ile düşmanlık derecesinde bir hasımlığı olduğunu bu iddianamedeki “suçlama” sayesinde öğrendim. Bu nedenle, burada bu konferansı vermem özerk, bağımsız bir düşünce insanı olduğumu tek başına ispatlamaya yeter. Ama bununla yetinmeyeceğim. Kudüs Ordusu Terör Örgütü davasına bakan hâkimler benim hukuk dışı usullerle dinlenmeme olanak veren hâkimlerdir. Kendilerine dava açtım, bunlar dosyada var. Sonra da Fetö’cülükten mahkûm olduklarını gördüm. Dördüncü suçlama ise yedi yıl önce yazdığım “Balyozun Anlamı” başlıklı yazımdır. Yazı “demokrasinin ve hukuk devletinin” anlamını vurgulamaktadır. Hiçbir takibata uğramamıştır. Üstelik Balyoz davası hâlâ yargı aşamasındadır. İddianame bunu kendisi beyan etmektedir. Başbakan Binali Yıldırım da her fırsatta Balyoz’a vurgu yapmaktadır. İddianame savcısına başbakanın çok yeni yaptığı açıklamayı göndermeye hazırım. Gene, bir beşinci konu da gene 20 Temmuz 2016 tarihli bir diğer yazımdır. Bu yazının nasıl doğrulandığına ait birçok kanıtı savunmamda da anlattım. Bu yazıyla da ilgili hiçbir soruşturma söz konusu olmamıştır. Düşüncelerin, yorumların, yazıların suç iddialarına malzeme edilmesi, terör unsuru gibi sunulması, Türkiye adına üzücüdür. Dönemin de nasıl bir dönem olduğunun ispatıdır. Düşünce unsurlarına zulüm etmek, düşünce ve ifade özgürlüğünü yok etmek için, bu insanları terörist ve darbeci olarak sunmak, hiç kimseye hayrı dokunmayacak, utanç verici çabalardır.
Son olarak da HTS kayıtları iddianameye malzeme yapılmıştır. 26/7/2006 ila 16/12/2015 yılları arasında dokuz yıllık bir zaman diliminde, binlerce konuşma arasında dokuz kişi ile konuşma, Anayasa’nın haberleşme özgürlüğünü hiçe sayarak bir suç işlenmiş gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Buna rağmen, bu iddiaya da cevap vererek, ne kadar boş bir iddianameyle hürriyetimden yoksun bırakıldığımı bir kez daha göstermek isterim. Bu dokuz kişinin birine (Halit Esender) 2009 yılında iki kere mesaj attığımı, bir diğerini 2010’da bir kez aradığımı [Muhamet Günay], bir üçüncüsünü 2010 ve 2012 yıllarında üç kez aradığımı [Ali Bayram] söylemek isterim. Bir dördüncüsü [Hidayet Karaca] 2009 yılında iki kez beni aramış. Bir beşincisi [Önder Aytaç] yazdığı yazılarını duyurmak için mesajlar atmış, yazı yazmayı bırakınca 2008’den sonra mesaj göndermemiş. Bir altıncısı [Alaeddin Kaya] biri 2008, diğeri 2009’da iki kez aramış. Bir yedincisi, [Cemal Uşak] dokuz yıl içinde yedi kez aramış. En son 2013 yılında bir kez kasım ayında aramış. Sekizinci ve dokuzuncu kişilerle de, biraz daha fazla konuşma ve mesaj atma söz konusu. [Harun Tokalı ve Mustafa Yeşil]
En son aranmam 28 Ocak 2014’te olmuş. Sonra ise bir telefonlaşma söz konusu olmamış. İddianame savcısı, sonuncusu 15 Temmuz 2016 tarihinden 2,5 yıl önce yapılmış yasal telefon görüşmelerinden nasıl “darbecilerle irtibat” çıkarabilir? Mahkemeler bu akıl dışı kurguları nasıl ciddiye alabilir ve ben bir yıldır bu tür gariplikler nedeniyle hapishanede nasıl tutulabilirim? Şunu da ilave edeyim, bu şahısların hepsi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin denetimindeki meşru kuruluşlarında çalışan, medyada faaliyet gösteren, yöneticilik yapan kişiler. Üstelik, bu sürekli ve sıkı olmayan telefonlaşma sürecinde adlî bir takibat altında değiller, aksine özellikle siyasal iktidar nezdinde itibar sahibiler. Sormak isterim; bunlar mıdır beni cezaevinde tutmak için gerekçe sayılan “müşahhas deliller”? Sayın Mahkeme, Bir de son olarak, âdeta rastgele gözaltı ertesi her resmî evraka ilave edilen, mahkemenin de ara kararında ve dosya üzerinde tetkiklerinde esirgemediği “sanıkların isnat edilen suçun kanunda öngörülen cezaların alt üst sınırlarının kaçma şüphesini doğurması” kalıbı var.
Zaten, maddelerin açıkça “şiddet ve cebir” ayrıca “fiili teşebbüs” aramasına rağmen, haftanın olaylarını yorumlayan rutin bir televizyon programından hiçbir kanıta dayanmadan “darbecilik” imal etmek ve 309, 311, 312. maddeler üzerinden ağırlaştırılmış müebbet istemek, üstelik de 220/6’ya yollama yapmanın tek nedeni de belli ki yakışıksız bir “suç tanımı” tarikiyle “kaçma şüphesi” üzerinden bizleri hapishanede tutmak amaçlanıyor. Yoksa, “süreklilik,” “fikir ve eylem birliği,” “hiyerarşik bağlılık” ve “örgütsel komuta zinciri”nin olmadığı, unsurlarının ispatının da söz konusu edilmediği bir iddianamede, nasıl böyle bir “suç vasfı” çıkarılabilir? Hukuksal olarak skandal bir iddianame ile karşı karşıya olmamıza rağmen, sanki ciddi bir hukuksal örgü, delil ve ispat varmış gibi “kaçma şüphesinin” söz konusu edilip durması, bütün bu sürecin bir parçası olarak belki anlaşılabilir ama ciddi bir yargılama için fazla anlaşılmaz değil midir? Ayrıca ilk savunmamda da belirttiğim gibi, gözaltına alınmam, tutuklanmam, bir yıldır hapiste olmam, yargı dışı odakların işaretleriyle gelişti. Örneğin, tutuklanacağım ilk kez “Başkentçi” adlı Twitter hesabından 17 Temmuz 2016 tarihinde duyuruldu. Hayatımda gayrimeşru hiçbir işin içinde bulunmadım. Kılım kıpırdamaz, ne kaçması? Bu hukuk dışı sürecin mağduru olarak bu hukuksuzluktan ben de demokrasiyi savunduğum için nasibimi alıyorum. Bana yapılan hukuk dışı müdahalenin gün ışığına çıkarılması ve ardındakilerin bulunması için Başkentçi hesabının kime ait olduğunun ve bu haberin arkasında kimin olduğunun bulunması için mahkemenin harekete geçmesini, en azından suç duyurusu yapmasını talep ediyorum. Aynı talebim, 23 Ağustos 2016 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki “darbeyi konuştuğumuza” dair algı operasyonu amaçlı yalan haber için de geçerli. Bu asılsız haber ve arkasındaki bizi cezalandırmak isteyen irade hâlâ aşılamadı. Üstelik, Sulh Ceza Hâkimi beni bu haberdeki cümleyle tutukladı. Zaman geçtikçe nasıl bir hukuk skandalı yaşadığımız daha çok berraklaşıyor. Son olarak, benim gibi suçlanan birçok sanığın tutuksuz olarak yargılandığını, kiminin de tahliye edildiğini hatırlatmak isterim. O hâlde, ortada keyfi bir tutum mu var? Amaç bireysel olarak zulüm etmek ise, bu hukukun dışında bir durum, ona bir şey diyemem. Ama ben mahkemelere, yargıya ve yargı bürokrasisine hâlâ güvenmek istiyorum. Adil, yansız, bağımsız, objektif ve hukuktan yana olduklarına inanmak istiyorum. Gerisi kararlara imza atanların bileceği iş.